23 Aralık 2011 Cuma

Alper Potuk Empatisi

                     Bu sezon başına kadar "bir Anadolu takımındaki soru işaretli genç orta saha oyuncusu" olan Alper Potuk, devre arası transfer döneminden itibaren "büyük kulüplerin göz diktiği gelecek vadeden oyuncu" konumunda olacak. Bunda Alper'in, sırasıyla 9, 20 olan ilk 11'de çıktığı maç sayısını bu sezon 17'de 17'ye çıkarmasının yanında, var olan ve var olabilecek ışığı veren özelliklerinin de payı var.

                      Mevki olarak bugün itibariyle bir merkez orta saha oyuncusu durumda. Bir mevki evrilmesi yaşayacaksa bu ofansif orta sahaya dönüşmek olmayacaktır. Zira final bölgelerinde bitirici işleri yapabilme konusunda sıkıntıları var. Ama bir defansif orta sahaya evrilmesi daha muhtemel görünüyor. Bunun için de oyunun defansif yönünü daha iyi oynamayı öğrenmesi gerekiyor.

                      Bugünkü yeteneklerini sıraladığımızda topla dikine çabuk süratlenerek mesafe katedebilmesi, topun temposuna olumlu katkı yapabilmesi, uzun isabetli paslarla oyunun kilitlenen akışının çözülmesini sağlayabilmesi gibi bir çok özellik var. 1991 doğumlu bir oyuncu için, özellik listesinin bu kadar kabarık olması tabii ki çok önemli. Fakat bu özelliklerinin hiçbirisi henüz büyük takımlar seviyesinde bir işlevlilik taşımıyor, muhakkak geliştirilmeleri gerekecek.

                        Ki Alper şu aşamada, söz konusu gelişimi sürdürüp sürdürmeyeceğine, sürdürecekse de bunun nerede olacağına karar verecek. Medyada bahsi geçen 3 talibi var: Fenerbahçe, Trabzonspor ve Galatasaray.

                         Fenerbahçe'yi saha dışı etkenler sebebiyle bir çırpıda yanlış bir tercih olarak nitelemek mümkün. Trabzonspor-Galatasaray tercihi ise birçok açıdan zorluk taşıyor.

                          Bilen bilir, Fatih Terim'in en temel savlarından birisidir: "Defans oyuncularına ofans yetenekleri yüklemek çok mümkün değildir. Ama ofans oyuncularına defans yapmayı öğretebilirsiniz ve bu sayede çok yönlü oyuncular elde edebilirsiniz." Bu sav Alper Potuk özelinde çok büyük önem arz ediyor. Bir merkez orta saha oyuncusunda olması gereken birçok ofansif özelliğe sahip olan Alper'in, var olan özelliklerini geliştirip, oyunun defansif bölümünü de oynamayı öğrenebilmesi için Fatih Terim'in şefkatli kolları doğru bir tercih gibi duruyor.

                           Fakat son Trabzonspor kariyerinde, Selçuk ve Colman gibi standart üstü iki orta saha üretmeyi başarmış Şenol Güneş de bir çırpıda atılabilecek bir seçenek değil. Ama işi Şenol Güneş özelinden çıkarıp, Trabzonspor penceresinden baktığımızda manzara bir parça değişiyor. Trabzonspor ihtiyaç duyma açısından Alper'e en iştahlı talip olan kulüp. Fakat bu iştah Alper için de bir risk arz ediyor. Hâl-i hazırdaki durumuyla bir büyük takım orta sahasını kaldırmasını beklemek, Alper'in kariyerini büyük bir sekteye uğratmak anlamına gelebilir. Bunun yerine Galatasaray'a gelip, Selçuk-Melo ikilisini yedeklemek ve Fatih Hoca üçlü orta sahayı tercih ettiğinde de üçüncü orta saha olarak görev yapmak Alper için en doğru seçenek gibi görünüyor.

                           Galatasaraylıyım diye söylemiyorum, gel bize Alpercim.

22 Aralık 2011 Perşembe

Güle Güle Güzel Adam

             

                Olağanüstü şartların hakim olduğu ortamlarda, değerlendirmeleri olağan kıstaslara göre yaparak sıhhatli bir yere ulaşamazsınız. Eğer bir yerde anormallik norm hâlini almışsa; kıstaslarınızı bu anormallik durumundan izole etmemelisiniz.

                Michael Skibbe, bugün, 22 Aralık 2011 günü Türkiye'den bir kez daha ayrıldı. Türkiye'deki iki tecrübesinin de kış aylarında bitmiş olması üzerinden düz mantıkla kanaatlere varılabilir. Ama düz mantığı bir kenara bırakıp işe biraz estetik kattığımızda, sadece bu güzel adamın dahi bize bütün bir ülke futboluyla alâkalı çok şey anlattığını görebiliriz.

                 Bugün Skibbe'nin Eskişehirspor'la sözleşmesini tek taraflı feshedip, muhtemelen Hertha Berlin'e gidecek olmasını "yarı yolda bırakmak" olarak adlandırmak, tıpkı Galatasaray'daki macerasını "başarısız" olarak nitelendirmek gibi, yanlış olur. Eğer taşları yerine oturmuş, tutarlı kırmızı çizgileri olan bir futbol ortamına sahip olsaydık bu tip değerlendirmeleri yapabilme hakkına da kavuşabilirdik. Ama en başta söylediğim gibi, olağanüstü şartlarda olağan varsayımlarla değerlendirmeler yapmak, insanlara haksızlık etmekten başka bir şeye yaramayacaktır.

                  Nasıl 3 sene önce Galatasaray macerası biten Skibbe'nin "başarısızlığı" üzerine; soyunma odasında oyuncu tartaklayan yöneticilerden, istediği mevkide oynamayınca küsen oyunculardan, kaptanlık mücadelelerinden, yönetim zafiyetlerinden, Hamburg maçına "stoper Kewell" ile çıkmaya yol açacak planlama hataları zincirinden bağımsız kelâm edilemezse, bugün yarım kalan Eskişehir hikâyesi de olağanüstü şartlar gözardı edilerek değerlendirilemez.

                  Şike soruşturmasında en fazla ismi geçen kulüplerden bir tanesi Eskişehir, eski teknik direktörü hapiste olan Eskişehir, taraftar-yönetici çıkmazları içinde buhranlara mahkûm Eskişehir... Bu detayların birleşip oluşturduğu fotoğraf; sadece Skibbe'nin bu 5-6 ayda başardığı işin ne kadar büyük olduğunu anlatmıyor. Aynı zamanda bütün bu dengelerin ve dengelerin ürettiği pisliklerin dışında bir güzel adamın, bataklıkta güllerin açamayacağına bir kez daha kanaat getirmesi gerçeğini de gözümüze sokuyor. Evet, bataklıkta gülleri açtıramazsınız ama gül kokusuna hasret kalmış insanların böyle güzel insanların varlığından duydukları memnuniyeti de yadırgayamazsınız.

                   Enseye tokat samimiyetinde olduğu yerli hocaların görev alabilmesi için Skibbe'nin altını oymaya çalışan basın mensuplarının, maç değerlendirmelerinde sinsice Skibbe'nin altını oyup "birkaç yüz bin dolar kazanabilir miyim?" gayesi güden ahlâk nasipsizi bir kısım yerli hocaların olduğu bir futbol ortamında, ne Skibbe'nin bu kadar sahiplenilmesini, ne de kariyeri için önemli bir fırsat ayağına geldiğinde bu fırsatı tepmemesini yanlış olarak niteleyebilirsiniz.

                    Ziyadesiyle "dilo" yakıştırmalarına müsait bir yazı olduğunun farkındayım. Belki birileri yine mizah yeteneği sergileyerek "Skib bıraktı!" başlıklarını hazırlıyor dahi olabilir. Fakat bu yakıştırmaların sahiplerinin favori hocaları Metris cezaevi sakinlerinden birisi olmuşken, Bundesliga yolunu tutmakta olan bu güzel adama veda etme hakkım olduğuna inanıyorum.

                     Bize Dede gibi bir ustayı izleme fırsatı verdiğin için, güzel oyunun güzel hâllerinden bukleler seyrettirdiğin için, Eskişehirspor taraftarına da muhtemelen hiç unutamayacakları bu dönemi yaşattığın için, ama en önemlisi de; bizim bataklığımızın dışında da bir dünya olduğunu ve bir gün bu bataklıktan kurtulduğumuzda bizim de güllere kavuşabileceğimizi gösterdiğin için teşekkürler güzel adam. Bizi güllerin varlığından haberdar ettiğin için...

                       Güle güle Skibbe. Güle güle yanlış zamanların, yanlış mekânların doğru adamı...

24 Ekim 2011 Pazartesi

Van'ın Soğuğu

                    Ekranlar üzerinden tanıdığımız insanların, ekranların yansıtmadığı hâlleri üzerine düşünmek sanırım bizi insanlığa yaklaştıracak tavırlardandır. Bir darağacında sallanan devrik bir liderin aynı zamanda küçük bir çocuğun dedesi, belki hala kendisine aşık bir eşin kocası olduğu düşüncesi, kafaları bir parça karıştırsa da, olaylara bakışımızı insanileşmeye yaklaştıracak bir perspektiftir.

                    Bu, şüphesiz olaylar, şehirler veya ülkeler için de geçerlidir. Afrika'yı; açlık sorunuyla karşı karşıya olan topyekün bir coğrafya olarak düşünmek yerine, bir akbabanın başında ölümünü beklediği çocuk fotoğrafının anlattığı Afrika daha iç acıtıcı olsa da, daha gerçektir. Çünkü o Afrika'yı bizim yapmışızdır, Afrika'yı bir isim olmaktan çıkarıp, özümsemişizdir.

                    Bundan 4 sene önce, 2007 yazının sonlarına doğru, Vanlı bir arkadaşımın daveti üzerine Van'ı görme fırsatı bulmuştum. Ve orada geçirdiğim 10 gün zarfında, karşılaştığım bir tek sahne hiç gözümün önünde gitmedi. Benim Van'ım, o fotoğraf etkisinde oluştu.

                    Saat gece yarısı civarı... Arkadaş grubumuzla birlikte, oturduğumuz bir mekândan kalkıp, misafir olduğumuz eve gitmek üzere Van'ın en büyük caddesinde yürüyoruz. Mevsim yaz olmasına rağmen, esintiyle birlikte üşüten bir soğuk var havada. Bunu, bir an önce eve ulaşabilmek adına hızlı hızlı atılan adımlardan da anlayabilirsiniz.

                     Sonra o sahne... Kaldırımın genişlediği bir bölümde, bir dükkânın önünde yana doğru yığılmış uyuklayan küçücük bir beden... 6-7 yaşlarında bir erkek çocuğu... Soğuğun etkisiyle hafifçe titriyor. Önünde bir tartı var. Bu çocuk, başkalarının ağırlıklarını ölçerek, körpe omuzlarına binen ağır yükleri kaldırmaya çalışan tartıcı çocuklardan.

                     Karşılaştığımız manzaranı dehşeti içerisinde çocuğu uyandırıyoruz. Uykunun mahmurluğu bir taraftan, titreme bir taraftan...

                      - Bu saatte neden buradasın canım?
                      - Annem bana "5 milyon kazanmadan eve dönme." dedi. Kazanamadım, dönemiyorum.

                     Herkesin bir Van'ı var. Herkesin bir Somali'si, Filistin'i, İstanbul'u olduğu gibi, çeşitli imgelerle oluşturduğu. Benim Van'ım; kahrolası bir kâğıt parçasına sahip olamadığı için, çocukça bir korkuyla, ve belki çocukça bir gururla, eve dönemeyen o çocuğun yaşadığı şehir.

                     Biliyorum ki; o çocuğa kıyabilecek kadar gaddarlık, soğuk beton parçalarından dahi beklenmez. Biliyorum ki; bugün, yarın ve takip eden günlerde, o çocuk Van'ın soğuğunda üşüyor olacak. Tıpkı 4 sene evvel olduğu gibi. 5 milyon kazanamadığı için... Çocukça bir korkuyla, ve belki çocukça bir gururla...

                      Ben o çocuğu gördüm göreli, umut; o çocuğun ve hiçbir çocuğun üşümediği, o annenin ve hiçbir annenin ufacık yavrularının getireceği 5 milyona lanet okunası bir çaresizlik içinde muhtaç olmadığı bir Van, bir Türkiye, bir dünya...

                       Ve bugünlerde umut; İstanbul'dan, Ankara'dan, İzmir'den öpücüklere boğup, gönlümüzdeki derin muhabbetle ısıtıp yolladığımız battaniyelerden birinin, o çocuğun üzerine konuluvermesi...

                       Dayan çocuk; yetiştik. Dayan Van; yetiştik!..

24 Ağustos 2011 Çarşamba

İyi ki Doğdun Tugi...


Yine bir özel gün vesilesiyle, Tugay Kerimoğlu'nun doğum günü vesilesiyle; eski yazılardan bir tanesini canlandırıyorum. (tarihi 6 ocak 2011)


Bizim buralar, yarım kalmış hikayelerin topraklarıdır. Bu toprakların hangi taşına kulak kabartsanız; tamamlanamamış bir hikayenin hazin nidalarını dinlersiniz. En güzel hikayelerin orta yerine bazen bir yağlı urgan çökmüştür kabus gibi; aslında darağacında sallandırılan gencecik fidanların hayalleridir, hikayeleridir. Bazen de bir seferberlik ilanıyla yarıda kesilmiştir; nice sevdalar... dolduruşa gelmiş bir kalabalığın öfke dolu sloganları küstürmüştür bazen de, nice güzel insanı...


Bu toprakların hangi taşına kulak kabartsanız bir yarım kalmış hikaye dinlemek zorundasınızdır. hikayelerin kahramanlarının tarafında olun ya da olmayın... Hasnun Galip yarım kalmış bir hikayedir; serseri bir kurşunla yarım kalmıştır o'nun hikayesi. Deniz Gezmiş, Frank Rijkaard, Adnan Kahveci, Gheorghe Hagi, Alpaslan Dikmen... İsimleri saymakla bitmez. 


Öfkeli ve dolayısıyla bilinçsiz bir kalabalığın yarım bıraktığı bir hikaye de Tugay'ın hikayesi. O da kabullenmiş birilerinin kendi sayfasını kapatmasını; çekmiş gitmiş, başka, tertemiz bir sayfa açmaya. Senelerce başkalarının gönlüne kurmuş tahtını; belki de, gönlüne taht kuramadıklarının hüznünü hep yüreğinde taşıyarak. Hep sevgi cümleleri yazdırmış tertemiz sayfasına... "Tugay you are my turkish delight" dedirtmiş, "two guy" diye anılır olmuş...


Sonra bu adam, yarım kalan hikayesini tamamlamaya dönmüş. "Ben binlerce İngiliz'in arkasından ağladığı adamım" kibrine hiç kapılmadan. Küçücük çocuklarla uğraşmayı, bir şahsiyet meselesi olarak görmemiş, kendisine yapılmış hakaret kabul etmemiş. Belki onların daha yeni başlayan hikayelerini görerek; onların da hikayeleri yarım kalmasın diye... Hiç eski sayfaları açmamış; cebinde hep yepyeni, tertemiz sayfalar...


İşte bu adam, yarım kalan hikayesini tamamlamaya; yeni başlayan bir hikayenin ilk cümlesini yazarak başladı. Anıl Dilaver hikayesinin başlangıcında olduğu gibi; kimbilir daha birçok temiz sayfanın başlangıcında Tugay'ın cümlelerine rastlayacağız. ve hiçbirisinin altına imza bile atmayan bir tevazuyla karşılaşacağız. Bizi bilen ama zihni bizim saçmalıklarımızla bulanmamış, profesyonelliği bilen ama içine yine onu bir parça duyguyla harmanlamış bir güzel adamın destanını yazıp, okuyacağız.


Her temiz yürekten umut dilenirim ben. Tugay'ın yüreği de; yepyeni hikayeleri okuyacak olma umudunu bana veren yüreklerden... Unutmayın; Galatasaray bir hikayeler takımıdır ve aslında; belki asla tamamlanmayacak ama nesiller boyunca okunmaktan da hiç vazgeçilmeyecek bir hikayenin ta kendisidir Galatasaray... Hep yarım kalacak bir hikayedir Galatasaray... Ve bu hikayenin bugünlerde okuduğumuz bu hüzünlü sayfasını çevirip, yepyeni bir sayfa açacak olanlar da; talihin işine bakın ki, kendi hikayeleri yarım kalmış iki güzel adam olacak: Gheorghe hagi ve Tugay... Bizim Tugay...

5 Ağustos 2011 Cuma

Juan Emmanuel Culio

            Culio, 8 ay önce geldiği, yarım devre oynadığı Galatasaray'dan; bonservisine 1,9 m euro verilerek Orduspor'a transfer oldu. (Ben yazdığımda dolaşan buydu. Şimdi Kap'tan yapılan açıklama şu: 350.000 euro kiralama bedeli+1,5 m euro satın alma opsiyonu) Bu klasik gazete cümlesine elbette "bekleneni veremeyen Culio", "büyük umutlarla transfer edilen Culio" gibi eklemeler de yapılıp, süslenebilir. Ama bizim işimiz süsle değil, özle olduğundan devam edelim.

            Çoğunlukla konuşulacak olan "veren taraf"a geçmeden önce, "alan taraf"ı kutlamak gerek. Culio, Orduspor için kusursuz bir transferdir. 1 sene önce Şampiyonlar Ligi'nde 1 gol 4 asistlik bir performansı olan bir futbolcunun, Süper Lig'e yeni çıkmış bir takıma getirilebilmesi, her şeyden önce bir transfer başarısıdır.


            Veren tarafa, Galatasaray'a gelirsek; iş bu kadar iç açıcı değil. Başlangıçtaki "bekleneni veremeyen Culio" edebiyatını şunun için yaptım: Önce bu tercihin sebebini bilmeliyiz. Yani "Galatasaray futbol takımını dizayn eden akıl, neden Culio'yu yollamıştır?" sorusunun cevabı, bu meselenin akıl sınırları içinde değerlendirilmesi adına çok önemli.

             Hiç dolandırmadan, madde madde; Culio'nun olası gitme sebeplerini sıralayıp, bence olma ihtimallerini  ifade edeyim:

  • Yabancı sınırı: Takımda Muslera, Ujfalusi, Melo, Baros, Elmander, Stancu olmak üzere, Culio'yu da eklersek 7 tane yabancı var. 6+2+2 hakkımız bulunduğunu düşünürsek, bu sebep çok da olası değil. Fatih Terim'in son +2'yi kullanmama kararı olabilir. Yani 2 yabancı daha transfer edileceği düşünülebilir. O takdirde de; Fatih Terim'in son +2'yi neden kullanmak istemediğini sorgulamak gerekecektir.
  •  Oyuncuya ihtiyaç olmaması: "Son 3 sezonda başarısızlıklarımızın en büyük teknik sebebi neydi?" diye sorulsa; ben "Kadro derinliğinin olmamasıydı." derim. Sakatlıklar her zaman yaşanır. Evet 3 sezondur çok fazla yaşadık sakatlıkları. Ama, doğru planlamayı yapmışsanız; sakatlıklar da sizi yere yıkmaz. Bu bağlamda, Galatasaray'ın 2011-12 onbiri yazıldığında, evet Culio o onbir oyuncunun içinde olamayacaktı. Fakat bu, Culio'nun ihtiyaç fazlası bir oyuncu olduğuna yeterli delil teşkil etmez. Bugün, Arda'nın da, Selçuk İnan'ın da 1. alternatifi olarak yazdığınız bir oyuncuydu Culio. 
  •  Oyuncu karakteri: Bu konu biraz muallak tabii. Biz sadece gördüklerimizle yorum yapabiliriz. Ama Culio'nun özverili, fedakar bir oyun karakteri olduğunu göz önünde bulundurduğumda, Hagi gibi zor bir adamın takıma seçtiği bir adam olduğu maddesini eklediğimde; Culio'nun takımın sinerjisini bozabilecek karakterde bir adam olduğuna pek inanasım gelmiyor. Yine de eğer Hoca bu doğrultuda bir sebep açıklarsa; boynumuz kıldan incedir tabii ki.
  • Yüksek maliyet: Hiçbir şey söylemeden geçiyorum bu maddeyi. Takımın en az kazananlarından bir tanesinden bahsediyoruz zira. 
  • Kamp döneminde verim alınamaması: Evet, Fatih Terim'in Culio kararını savunmak adına sunulabilecek en mantıklı argüman sanırım bu. Çünkü Fatih Terim Culio'yu, hem Avusturya hem Almanya kamplarına götürdü, şans verdi. Memnun kalmamış olacak ki; Culio'yu tutmama kararı aldı. Fakat, antrenmanlarda tozu dumana katıp maçlarda tutulan Aydın Yılmaz tipi oyuncuların var olduğu gibi; bir de antrenmanlarda silik profil çizip, en yüksek ritmini maçlarda bulan futbolcular vardır. Ki devre arasında geldiği Galatasaray'da hemen hemen kötü maçı olmayan bir futbolcudan bahsediyoruz.
  • Yerine futbolcu transferi: Yine makul savunmalardan bir tanesi. Fakat, kağıt üstünde düşününce öyle. Culio'nun şu andaki kadroda Selçuk ve Arda'nın birinci alternatifleri olduğunu söylemiştik. Diyelim ki; hem Arda'nın alternatifi, hem de Selçuk'un alternatifi (veya 3. orta saha, yani Sabri'nin yerine) olmak üzere; 2 transfer yapıldı. Bu iki muhtemel transferin maliyetine girmenin, Culio'yu gönderip yerine getirdiklerinizden alacağınız katkıyı karşılayacak bir risk olup olmadığı konusu yine soru işareti. Dahası; 6 tane transferi yapmışken, üzerinde ameliyat yapılması daha aciliyet arz eden başka mevkiler varken; 2 yeni oyuncu daha almanı gerektirecek bir oyuncuyu yollamanın, takımın uyumuna zarar verme riski; daha kocaman bir soru işareti... Ayrıca alınacak (alınacak demem; kesinlikle alınması gerektiğinden) 2 oyuncunun Culio gibi, yedek kaldığında sorun olmayacak, maliyeti düşük, verimi her zaman belli bir standartta olan oyuncular olmaları ne derecede mümkündür; onu da geldikleri zaman göreceğiz.
Ezcümle; kaosun içinde Galatasaray'ı tahammül edilebilir kılan adamlardan birisi daha gitti. Liverpool maçı kadrosuna, o şablonda kenardan girip takımın ritmini bozmayacak 3-4 adamdan birisi gitti. Hem de o şablonda hem Selçuk'un, Hem Melo'nun, hem Arda'nın, hem de Sabri'nin yaptığı işleri; onların yerinde oynaması durumunda, vasatın üzerinde yapabilen bir oyuncu olmasına rağmen...

Alanı konuştuk, vereni konuştuk; gidenle bitirelim. Güle güle Culio, yolun da bahtın da açık olsun. Herkesin başımızı eğdirdiği günlerde, başımızı yukarıda tutan nadir kişilerden birisiydin. Umarım sen de, son zamanlarda olduğu sıkça yaşadığımız üzere, her giden gibi; Galatasaray'ı Galatasaray yapan şeylerden birini alıp götürmüyorsundur. Güle güle... Hagi'nin emaneti...




31 Temmuz 2011 Pazar

"Hagi..!"

      Birazdan okuyacağınız (en azından öyle umuyorum.) yazıyı paylaşmadan önce, bir ufak giriş yapmak isterim. Bu yazı 5 Ocak 2011 günü, Kazım'ın Galatasaray'a transfer olduğu akşam yazılmıştı. Kazım transferi üzerinden Hagi'ye söylemediğini bırakmayanlar, ki onlar daha sonraki ilk maçta "Kazım Fener'in anasını sik!!" diye eski açığı inleten şahıslar olsa gerek, canımı baya sıkmış, kendimi dışarı atıvermiştim. Sigara, çay, kahve kar etmiyor. Çocukluğumdan bugüne kadar olduğu gibi, rahatlayabilmem için yazmam gerek. Üstümde kağıt kalem yok. Oturduğum mekan; bir marketin yanına yapılan ufak bir kafeterya bölümünden müteşekkil. İçerideki abiye; kağıt kalem olup olmadığını sordum. Cevap olarak; 75 kuruşluk bir tükenmez kalem ve düz bir şekilde açılmış, Marlboro sigara kartonu geldi. O kartonu hala saklarım...

Ben, isimler haykırarak Galatasaraylı oldum. Resmini, biriktirilerek 'futbol topu veya walkman' kazanmak umut edilen futbolcu kartlarında gördüğüm Van Gobbel'i haykırırdım mesela; daha korkutucu olmak istediğimde...

O günlerden bir isim daha vardı ki; başkadır benim için... Hagi, benim; bazen sigara dumanına boğulmuş bir kahvehanede, gırtlağından heyecan fışkıran bir spikerin nidalarından öğrendiğim bir isimdi. Bazen de, Sami Yen tribünlerinde, görmek için amcamın omuzlarına çıktığım adamdı. Ve ben, "Hagi" ismini, ne zaman daha güçlü olmaya ihtiyaç duyarsam, o zaman haykırırdım. Aralarına sakız yapışmış, girinti-çıkıntılarla dolu bozuk bir asfaltın üstünde yapılan, çocukça maçlarda; hep en zor durumdayken "Hagi!" dedim ben. O ismi topun dahi duyup, itaat edeceğine çocukça inanarak... Bakmayın "çocukça inanarak..." dediğime; eşek kadar olduğum bugünlerde dahi ne zaman zora düşsem sessiz bir "Hagi!" çığlığı koparırım. bütün zorlukların bu isim karşısında diz çökeceğine inanarak...

Hagi, benim Kocaeli fen lisesi koridorlarını, sesimi Rapid maçındaki Ercan Taner'in sesine benzetmeye çalışarak inlettiğim isimdi; haccii, bir çalım nefis bir hareket, haccii, hacii, haccciii...!!

Teknik direktörlüğünde de; her maçta kamera yedek kulübesine döndüğünde, gözlerime hücum eden gözyaşlarıydı Hagi... O'nu sakallı görünce maçlarda; geçip aynanın karşısına; tükenmez kalemle sakal yapmıştım kendime... Sonra evin içinde koştur dur... Annem de yüzümü gözümü boyadığıma mı kızsın, "Haccii!" diye haykırıp kırdığım vazolara mı..?

Bugüne kadar yazdığım her yazı, sonra okuduğumda hep kötü gelmiştir bana. Tek istisnası yine Hagi'dir. benim güzel olduğuna inandığım yazıların tek konusu; hep Hagi'ydi. Şiir gibi işte be abi...

Ben bu hayattan öğrendiklerimin çoğunu Galatasaray'dan öğrenmişimdir. Beni ilk kez arada bırakan Galatasaray'dır mesela. Felipe'yi çok sevmiştim ben. Ve diğer taraftan; çocukluğum boyunca Fatih Terim'in benim babam olmasını istemişimdir. Ama bir televizyon kanalında gördüğüm bir haberle öğrenmiştim ben arada kalmayı... Terazinin bir tarafında; kalbimin en müstesna yerinde, kendimce her tehlikeden korumaya çalıştığım Felipe... Diğer tarafında babam Fatih Terim... O mengeneden beni kurtaran; bir çift kurban olduğum renk, iki harften müteşekkil bir kutsal arma olmuştu. Belki de ben o gün öğrenmiştim; sabırla susmanın sevginin gerektirdiklerinden olduğunu... Belki de ben; o gün Galatasaraylı olmuştum... Bilemem.

Şimdi terazi aynı terazi; kefelerden birinde şu dünyada en çok sevdiğim adam var. Diğerinde... Siktir edin diğerini... Ben de çok güçsüz hissediyorum kendimi... Ve çocukluğumdan beri, böyle anlarda yaptığım gibi; sessiz sessiz "Hagi!" diyorum. Bir çift rengin yine güneş gibi doğup, beni bu lanet mengeneden çekip çıkarmasını bekliyorum. Sabırla susarak...

Sizden de susmanızı bekleyemem. Bu benim şahsi hislerimle inşa ettiğim bir sevda çünkü... Okuyanlarınız "aptal" diyecektir belki, "çok duygusal.." diyecek... Ama evet; ben aptalca seviyorum Galatatasaray'ı da, onun bana sevdirdiklerini de... Sizden de bu aptallığı bekleyemem; haksızlık olur... Sanırım yine susmak, tek çare benim için uzunca bir süre... 

Yine çok güçsüzüm...

"Hagi!"

Virtüöz Hagi


http://fizy.com/#s/1m0mhw


Keman hüzünlü alettir derler. Ustasına da virtüöz denirmiş. O yayı eline alırlarmış, nereye, hangi şiddette dokundurduklarına bağlı olarak sesler çıkarmış. Virtüöz duygularını, hırslarını, aşklarını, belki nefretlerini yayıyla aktarırmış kemanına ve ortaya çıkan büyüye sanat denirmiş.

Virtüöz kelimesiyle biz futbolseverler pek de yabancı sayılmayız. "Bir futbol virtüözü..." Gheorghe Hagi'nin durduğu yer, futbolun sanatla birleştiği yerdir. Enstrümanı toptu belki ama onun eserlerinde bazen binlerin izlediği bir konser salonunun elitliğini sezersiniz, bazen de Mecidiyeköy metrosunda çalan abilerin, ablaların amatörlüğünü... 

Dönün, yukarıdaki fotoğrafa bir daha bakın. Hagi'nin yüzünde her şeyi görebilirsiniz ama belki en baskın ifadesi hep tevazudur. Hafif kızarıklığı siz de fark ettiniz, değil mi? Belli ki utanıyor, virtüözlüğünü anlatan bir fotoğrafta olmaktan. Hani şu "göt" deyip utandığı videodaki gibi...

Dönün fotoğrafa bir kez daha... Yayla topun hemen altındaki iki bez parçası zaten çekmişti dikkatinizi değil mi? Bütün bir Gheorghe Hagi hikayesinin en iyi özetinin o fotoğraf olmasının en büyük nedenidir belki; o iki parça kumaş... Bir büyük sanatçının kıymetini en iyi bulduğu yerdir, o iki parça kumaşın birileri için hayat demek olduğu yer... Kim bilir, belki de Şişman Yanko'nun dükkanındaki iki parça bezle aynı kokuyu taşıyorlardır onlar da... 

Dönün fotoğrafa bir kez daha... O bir çift gözde görebildiniz mi vefayı? 9 sene önce sanatını icra etmeyi bıraktığı ülkenin bir ilçesindeki taraftar grubu, bir davet yollayınca atlayıp uçağa gelen, uzun ve yorucu bir yolculuğun ardından "Eve döndüğümde hiçbir şey uzun değil, yorucu değil..." diyebilen bir adamın gözleridir onlar...

Dönün bir daha fotoğrafa, içiyorsanız bir sigara yakın ya da bir kadehle taçlandırın bu karmakarışık sahneyi... 

Bir kez daha dönün fotoğrafa... Siktir edin gerisini..! Bu satırları, bugünü, yarını... Fotoğrafı iyice kazıyın zihninize... Sonra kapatın gözlerinizi, müziğe kaptırın kendinizi... O fotoğrafı iyi kazıyın belleğinize; 105 senelik bir hikayenin en iyi özetlerinden biridir zira...


Gheorghe Hagi

"Bir insanın oynadığı futbol az-çok karakterinden izler taşır." derdi bir arkadaşım.

Mesela Taffarel'in futbolu; ortamın en neşeli, şen şakrak adamının, ciddi bir meselede, şaşırtıcı bir şekilde olgun laflar etmesine benzer. Kaptan'ın futbolu, mahallenin en cesur abisinin karşı mahalleyle kavgaya en önde gitmesine benzer, Suat'ınki sabahın altısında işe kalkan bir emekçinin yorulmaz ifadesine... Hakan Şükür sınıfın duygusal, ağlak ama çalışkan çocuğu gibidir, kafası rahat olduğu sürece yüz üzerinden doksan dokuz başarısızlıktır onun için.

Hasan Şaş'ın futbolu kavga etmeye benzer. Arda'nınki aşka... 

Hagi'nin futbolu... Şiire benzer. Bir şairin şiirine... En sıradan, her gün alelade şeylermiş gibi kullandığımız kelimeler, o şairlerin kaleminde, edebi bir büyüyle şiir oluverir ve siz şiirin o büyülü haşmetinin karşısında, sadece "Vay anasını!" diyebilirsiniz. 

Hagi mürekkebi ter olan kalemiyle, en güzel aşk ve kavga şiirlerini, en estetik şekliyle gönlümüze nakşetti ve gitti. Ondan bize geriye kalan videolarda hatırlanan golleri karşısında "Vay anasını!" nidası... 


"Mağlubiyete ağlamayan büyük futbolcu olamaz."   Gheorghe Hagi

Vay anasını..!