31 Temmuz 2011 Pazar

"Hagi..!"

      Birazdan okuyacağınız (en azından öyle umuyorum.) yazıyı paylaşmadan önce, bir ufak giriş yapmak isterim. Bu yazı 5 Ocak 2011 günü, Kazım'ın Galatasaray'a transfer olduğu akşam yazılmıştı. Kazım transferi üzerinden Hagi'ye söylemediğini bırakmayanlar, ki onlar daha sonraki ilk maçta "Kazım Fener'in anasını sik!!" diye eski açığı inleten şahıslar olsa gerek, canımı baya sıkmış, kendimi dışarı atıvermiştim. Sigara, çay, kahve kar etmiyor. Çocukluğumdan bugüne kadar olduğu gibi, rahatlayabilmem için yazmam gerek. Üstümde kağıt kalem yok. Oturduğum mekan; bir marketin yanına yapılan ufak bir kafeterya bölümünden müteşekkil. İçerideki abiye; kağıt kalem olup olmadığını sordum. Cevap olarak; 75 kuruşluk bir tükenmez kalem ve düz bir şekilde açılmış, Marlboro sigara kartonu geldi. O kartonu hala saklarım...

Ben, isimler haykırarak Galatasaraylı oldum. Resmini, biriktirilerek 'futbol topu veya walkman' kazanmak umut edilen futbolcu kartlarında gördüğüm Van Gobbel'i haykırırdım mesela; daha korkutucu olmak istediğimde...

O günlerden bir isim daha vardı ki; başkadır benim için... Hagi, benim; bazen sigara dumanına boğulmuş bir kahvehanede, gırtlağından heyecan fışkıran bir spikerin nidalarından öğrendiğim bir isimdi. Bazen de, Sami Yen tribünlerinde, görmek için amcamın omuzlarına çıktığım adamdı. Ve ben, "Hagi" ismini, ne zaman daha güçlü olmaya ihtiyaç duyarsam, o zaman haykırırdım. Aralarına sakız yapışmış, girinti-çıkıntılarla dolu bozuk bir asfaltın üstünde yapılan, çocukça maçlarda; hep en zor durumdayken "Hagi!" dedim ben. O ismi topun dahi duyup, itaat edeceğine çocukça inanarak... Bakmayın "çocukça inanarak..." dediğime; eşek kadar olduğum bugünlerde dahi ne zaman zora düşsem sessiz bir "Hagi!" çığlığı koparırım. bütün zorlukların bu isim karşısında diz çökeceğine inanarak...

Hagi, benim Kocaeli fen lisesi koridorlarını, sesimi Rapid maçındaki Ercan Taner'in sesine benzetmeye çalışarak inlettiğim isimdi; haccii, bir çalım nefis bir hareket, haccii, hacii, haccciii...!!

Teknik direktörlüğünde de; her maçta kamera yedek kulübesine döndüğünde, gözlerime hücum eden gözyaşlarıydı Hagi... O'nu sakallı görünce maçlarda; geçip aynanın karşısına; tükenmez kalemle sakal yapmıştım kendime... Sonra evin içinde koştur dur... Annem de yüzümü gözümü boyadığıma mı kızsın, "Haccii!" diye haykırıp kırdığım vazolara mı..?

Bugüne kadar yazdığım her yazı, sonra okuduğumda hep kötü gelmiştir bana. Tek istisnası yine Hagi'dir. benim güzel olduğuna inandığım yazıların tek konusu; hep Hagi'ydi. Şiir gibi işte be abi...

Ben bu hayattan öğrendiklerimin çoğunu Galatasaray'dan öğrenmişimdir. Beni ilk kez arada bırakan Galatasaray'dır mesela. Felipe'yi çok sevmiştim ben. Ve diğer taraftan; çocukluğum boyunca Fatih Terim'in benim babam olmasını istemişimdir. Ama bir televizyon kanalında gördüğüm bir haberle öğrenmiştim ben arada kalmayı... Terazinin bir tarafında; kalbimin en müstesna yerinde, kendimce her tehlikeden korumaya çalıştığım Felipe... Diğer tarafında babam Fatih Terim... O mengeneden beni kurtaran; bir çift kurban olduğum renk, iki harften müteşekkil bir kutsal arma olmuştu. Belki de ben o gün öğrenmiştim; sabırla susmanın sevginin gerektirdiklerinden olduğunu... Belki de ben; o gün Galatasaraylı olmuştum... Bilemem.

Şimdi terazi aynı terazi; kefelerden birinde şu dünyada en çok sevdiğim adam var. Diğerinde... Siktir edin diğerini... Ben de çok güçsüz hissediyorum kendimi... Ve çocukluğumdan beri, böyle anlarda yaptığım gibi; sessiz sessiz "Hagi!" diyorum. Bir çift rengin yine güneş gibi doğup, beni bu lanet mengeneden çekip çıkarmasını bekliyorum. Sabırla susarak...

Sizden de susmanızı bekleyemem. Bu benim şahsi hislerimle inşa ettiğim bir sevda çünkü... Okuyanlarınız "aptal" diyecektir belki, "çok duygusal.." diyecek... Ama evet; ben aptalca seviyorum Galatatasaray'ı da, onun bana sevdirdiklerini de... Sizden de bu aptallığı bekleyemem; haksızlık olur... Sanırım yine susmak, tek çare benim için uzunca bir süre... 

Yine çok güçsüzüm...

"Hagi!"

Virtüöz Hagi


http://fizy.com/#s/1m0mhw


Keman hüzünlü alettir derler. Ustasına da virtüöz denirmiş. O yayı eline alırlarmış, nereye, hangi şiddette dokundurduklarına bağlı olarak sesler çıkarmış. Virtüöz duygularını, hırslarını, aşklarını, belki nefretlerini yayıyla aktarırmış kemanına ve ortaya çıkan büyüye sanat denirmiş.

Virtüöz kelimesiyle biz futbolseverler pek de yabancı sayılmayız. "Bir futbol virtüözü..." Gheorghe Hagi'nin durduğu yer, futbolun sanatla birleştiği yerdir. Enstrümanı toptu belki ama onun eserlerinde bazen binlerin izlediği bir konser salonunun elitliğini sezersiniz, bazen de Mecidiyeköy metrosunda çalan abilerin, ablaların amatörlüğünü... 

Dönün, yukarıdaki fotoğrafa bir daha bakın. Hagi'nin yüzünde her şeyi görebilirsiniz ama belki en baskın ifadesi hep tevazudur. Hafif kızarıklığı siz de fark ettiniz, değil mi? Belli ki utanıyor, virtüözlüğünü anlatan bir fotoğrafta olmaktan. Hani şu "göt" deyip utandığı videodaki gibi...

Dönün fotoğrafa bir kez daha... Yayla topun hemen altındaki iki bez parçası zaten çekmişti dikkatinizi değil mi? Bütün bir Gheorghe Hagi hikayesinin en iyi özetinin o fotoğraf olmasının en büyük nedenidir belki; o iki parça kumaş... Bir büyük sanatçının kıymetini en iyi bulduğu yerdir, o iki parça kumaşın birileri için hayat demek olduğu yer... Kim bilir, belki de Şişman Yanko'nun dükkanındaki iki parça bezle aynı kokuyu taşıyorlardır onlar da... 

Dönün fotoğrafa bir kez daha... O bir çift gözde görebildiniz mi vefayı? 9 sene önce sanatını icra etmeyi bıraktığı ülkenin bir ilçesindeki taraftar grubu, bir davet yollayınca atlayıp uçağa gelen, uzun ve yorucu bir yolculuğun ardından "Eve döndüğümde hiçbir şey uzun değil, yorucu değil..." diyebilen bir adamın gözleridir onlar...

Dönün bir daha fotoğrafa, içiyorsanız bir sigara yakın ya da bir kadehle taçlandırın bu karmakarışık sahneyi... 

Bir kez daha dönün fotoğrafa... Siktir edin gerisini..! Bu satırları, bugünü, yarını... Fotoğrafı iyice kazıyın zihninize... Sonra kapatın gözlerinizi, müziğe kaptırın kendinizi... O fotoğrafı iyi kazıyın belleğinize; 105 senelik bir hikayenin en iyi özetlerinden biridir zira...


Gheorghe Hagi

"Bir insanın oynadığı futbol az-çok karakterinden izler taşır." derdi bir arkadaşım.

Mesela Taffarel'in futbolu; ortamın en neşeli, şen şakrak adamının, ciddi bir meselede, şaşırtıcı bir şekilde olgun laflar etmesine benzer. Kaptan'ın futbolu, mahallenin en cesur abisinin karşı mahalleyle kavgaya en önde gitmesine benzer, Suat'ınki sabahın altısında işe kalkan bir emekçinin yorulmaz ifadesine... Hakan Şükür sınıfın duygusal, ağlak ama çalışkan çocuğu gibidir, kafası rahat olduğu sürece yüz üzerinden doksan dokuz başarısızlıktır onun için.

Hasan Şaş'ın futbolu kavga etmeye benzer. Arda'nınki aşka... 

Hagi'nin futbolu... Şiire benzer. Bir şairin şiirine... En sıradan, her gün alelade şeylermiş gibi kullandığımız kelimeler, o şairlerin kaleminde, edebi bir büyüyle şiir oluverir ve siz şiirin o büyülü haşmetinin karşısında, sadece "Vay anasını!" diyebilirsiniz. 

Hagi mürekkebi ter olan kalemiyle, en güzel aşk ve kavga şiirlerini, en estetik şekliyle gönlümüze nakşetti ve gitti. Ondan bize geriye kalan videolarda hatırlanan golleri karşısında "Vay anasını!" nidası... 


"Mağlubiyete ağlamayan büyük futbolcu olamaz."   Gheorghe Hagi

Vay anasını..!